Nə Romanın simvolu kimi tanınan Panteon, nə də Ayasofya Roma memarlığının mirası deyil. 2000 ildir ayaqda duran Panteon, dairəvi planı və zirvəsi olan əzəmətli günbəzi ilə qərblilərin “Roma Betonu” adlandırdığı “Xorasan Xərci” ilə tikilmiş türk çadırı görünüşündə monumental bir quruluşdur.ROMA’NIN ORTASINDA 2000 YILLIK BİR TÜRK ÇADIRI: PANTHEON
Roma’nın simgeleri olarak anılan Pantheon da, Ayasofya da Roma mimarisinin mirası değillerdir. 2.000 yıldır ayakta duran Pantheon, dairesel planı ve tepesi tütenekli görkemli kubbesiyle, Batılıların “Roma Betonu” dedikleri “Horasan Harcı”yla yapılmış Türk çadırı görünümünde bir anıt yapıdır
Arkeolojik araştırmalar Paleolitik Çağ’da, insanların yoğunluklu olarak Asya içlerinde yaşamakta olduklarını göstermiştir. M.Ö. 12.000’lerde başlayan ve Paleolitik Çağ ile Neolitik Çağ arasında geçiş dönemi olarak da kabul edilen Mezolitik Çağ’da ( M.Ö. 12.000-5.000) insanlar daha çok ormanlık alanlarda yaşıyorlar ve avcılıkla geçiniyorlardı. Wüen buzul döneminin bitmiş olması nedeniyle deniz seviyesinin yükseldiği bu dönemde, Asya’daki en önemli kültürlerden biri Anav Kültürü’dür.
ABD’li areologJudyParhaelPumpelly tarafından Anav kurganlarında ele geçen verilere göre, Orta Asya’da buğday tarımı M.Ö. 8.000’lerde, hayvanların ehlileştirilmesi ise, M.Ö. 6.000’lerde başlamıştır. Yeryüzündeki ilk yerleşim yerlerinin Anav kültür coğrafyasında başladığı kanıtlanmıştır.
Afansyeva Kültürü (M.Ö. 3000-1700) insanları maden işlemeyi biliyorlar, ev eşyaları ve silahlar yapabiliyorlardı. Andronovo Kültürü’nü (M.Ö. 1700-1200) Türklerin atası olan insanların yarattıkları kabul ediliyor. Andronovo Kültürü’nün devamı olan Karasuk Kültürü (M.Ö.1000’li yıllar) sonrasında Tagar ve Taştık Kültürü (M.Ö. 700’ler) tarih sahnesinde görülüyor.
Bu bilimsel kronolojiyi görmezden gelen Batılıların kaleme aldıkları uygarlık ve sanat tarihine ilişkin kitaplar, uygarlığı, Girit’teki Minos ve Yunan’daki Miken uygarlığını da kapsayacak şekilde, Antik Yunan ve Roma uygarlığı ile başlatırlar. Bu eğilim, Batılı tarihçilerin, uygarlığının temeline kendi kültürlerini yerleştirme çabasından kaynaklanmaktadır. Arkeoloji bilimi de, bu çabalara bilimsel bir kaynak oluşturmak amacıyla doğmuştur.
Batılı tarihçiler uygarlığın temeline Antik Yunan ve Roma’yı yerleştirme eğilimindedirler, ama Antik Yunan düşüncesine ve bilimine yön veren Yunanlı düşünürlerin, başta Mısır olmak üzere, kendilerinden önceki kültür ve uygarlıkların birikimlerinden yararlandıkları bir gerçektir. Antik Yunan düşünürlerinin etkilendiklerini açıkça söyledikleri Mısır uygarlığının da çok önceleri varolmuş Mezopotamya uygarlığı ile ilişkili olduğu, giderek genişleyen arkeolojik çalışmalarda elde edilen bulgular sayesinde anlaşılmıştır.
Arkeolojik kazılarda elde edilen belgeler, Mezopotamya coğrafyasında insanlık tarihinin en görkemli uygarlıklarından birini yaratan Sumerlerin matematik, mimarlık, astronomi, tıp konularında bilgili olduklarını göstermiştir. Sumerler, toprağı ve kayaçları suyla karıştırarak seramik hamuru yapmayı ve bu hamuru şekillendirip “pişirerek” hem kap kacak hem de gözenekli tuğla yapmayı biliyorlardı. Sumerlerkum, kil, kireç ve suyu beli oranlarda karıştırıp elde ettikleri harcı tahta kalıplara dökerek çeşitli ebatlarda “kesme taşlar” da üretebiliyorlardı. Ürettikleri bu tuğla ve “kesme taşları” belli formlarda dizerek kemer ve kubbe yapabilen Sumerler, günümüze kadar ayakta kalabilen saraylar, tapınaklar, köprüler, su kemerleri yapmışlardı.
ROMA BETONU, PUZOLAN, HORASAN HARCI, GEOPOLİMER…
Sümerlerin ve Mısırların, bugün de büyük bir hayranlıkla izlenen anıt yapıları inşa ederken, “kesme taş” değil, özel formülle hazırladıkları harcı kalıplara dökerek ürettikleri tuğla ve “dökme taş” kullandıkları binlerce yıl sonra anlaşılmıştı. Türkistan coğrafyasında “Horasan harcı” olarak anılan bu antik çimentonun sırları, Mısır’da eğitim görmüş seçkin Yunan ve Romalı duvar ustaları tarafından da biliniyor ve kullanılıyordu. Avrupa coğrafyasının en eski anıtyapılarından bir olan Pantheon’un görkemli kubbesinin yapımında kullanılan “Roma betonu”nun da, Doğu kökenli bir yapı malzemesi olduğu anlaşılmaktadır.
Kubbeli yapıların en eski ve en görkemli örnekleri olan Roma’daki Pantheon’un mimarı Şamlı Apollodorus’un ve İstanbul’daki Ayasofya’yı yapan Miletli İsodorus ile TrallesliAnthemios’un, tarihin en görkemli uygarlığının hayat bulduğu Sumer coğrafyasından olmaları bir rastlantı olabilir mi?
Batılı tarihçiler, “Tarih Sumer’le başlar” diyorlar. Sumerler kendilerine Kengerler diyorlardı ve Kengerlerin atayurdu bugünkü Türkmenistan-Kazakistan coğrafyasıydı. Yazımızın başında belirttiğimiz gibi, Paleolitik Çağ’dan başlayarak, insanların yoğunluklu olarak yaşadıkları Asya coğrafyasında, daha sonraları Batı uygarlığını derinden etkileyecek bir kültürel birikim sağlanmıştı. Pantheon’un gizemlerini araştırırken, Doğu ile Batı uygarlıkları arasında köprü görevi gören Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Yunanistan ve İtalya coğrafyalarındaki kültürel etkileşimin izlerini sürmek gerekir.
PANTHEON’NUN GİZEMLERİ / ROMA’NIN ORTA YERİNDE BİR TÜRK ÇADIRI
Pantheon, tüm Roma yapıtları içinde, dairesel planlı 6 metre genişliğindeki duvarları ve 43 metre çaplı, 44 metre yükseklikteki tütenekli kubbesiyle, türünün en eski, en görkemli örneği olarak yüzyıllar boyunca ayakta kalabilmiş bir anıt eserdir.
Pentheon ilk olarak, M.Ö. 27 yılında, Roma’nın ilk İmparatoru CaesarDiviFiliusAugustus’un komutanı MarcusVipsaniusAgrippa tarafından “pagan tapınağı” olarak yaptırılmıştır (İlk imparator Augustus’u evlatlık olarak alan büyük amcası Sezar kendini Truvalı sayıyordu). M.S. 80 yılında yanan ilk Pantheon, dörtgen planlı ve çevresinde sütunlar bulunan klasik planlı bir tapınaktı.
Bugünkü Pantheon’un kim tarafından yapıldığı söz konusu olduğunda, görevde olduğu dönemde imparatorluğun çeşitli bölgelerinde yollar köprüler, su kemerleri, koruma duvarları, binalar yaptırmış olmasından dolayı, bu görkemli yapı mimar imparator Hadrianus’a (M.S. 76-138) maledilir. Fakat,Pantheon’un bugünkü görkemiyle yeniden inşa edildiği MS 118-128 yıllarında, daha çok Roma dışında bulunan Hadrianus’un, “Roma Betonu” kullanılarak yapılmış olan 43 metre çaplı bir kubbeyle örtülü olan bu görkemli anıt yapının tasarımı ve yapımıyla ne ölçüde ilişkili olduğu bilinmiyor. Ayrıca, kubbesi dökme betonla yapılmış olanPantheon’un, İmparator Hadrianus’un mu, yoksa dönemin ünlü mimarı Demaskuslu (Şam) duvar ustası Apollodorus’un mu tasarımı olduğu ve Apollodorus’un neden öldürüldüğü konusu net değildir.
Trajan’ında mimarı Şamlı duvar ustası Apollodorus’u bir kenara iterek, İmparator Hadrianus’uPantheon’un mimarı olarak göstermek ne derece doğrudur, bilinmez. Fakat, mimarlığa meraklı olan Hadrianus,dökmetaş tekniğini ve bunları belli bir düzende dizerek duvar, kemer ve kubbe yapmanın sırlarını, 117 yılında Suriye Legatusu olarak geldiği coğrafyada, Şamlı mimar Apollodorus ve bölge mimarlarından öğrenmiş olmalıdır.
ROMA MİMARİSİNİN YUNAN VE MISIR’DAN ETKİLENDİĞİ SAVUNULUR, AMA…
Roma mimarisinin Yunan ve Mısır’dan etkilendiği savunulur, ama ne Yunan’da ne de Mısır’da kubbe yoktur. O nedenle, Avrupa’nın en eski ve görkemli kubbesine sahip olan Pantheon’un kimin tasarımı olabileceğini araştırmak üzere çıktığımız yolculuk bizi Sumerlere, kendilerine Kengerler diyen Sumerlerinatayurdu olan Türkistan coğrafyasına götürmektedir.
Grekler, Sumerlerin Ön Asya’da yaşadıkları coğrafyaya “İki ırmağın arası” anlamında “Mezopotamya” diyorlardı. Mezopotamya’nın bereketli topraklarının büyük bir bölümü bataklık arazilerdi. Sumerler bölgedeki ırmakları aşabilmek için üzerlerine kemerli taş köprüler yapmışlardı. Bu köprülerin yapımında kullanılan taşların doğal değil, su ile temas ettikçe güçlenen formüle üretilmiş dökme taş olmalarından dolayı, yüzyıllarca ayakta kalabilmişler ve günümüze ulaşabilmişlerdir. Sumerlerin, Mısırların yüzyıllar boyunca başarıyla kullandıkları, binlerce yıl ayakta kalabilen anıtyapılar inşa ettikleri dökme taş yapma tekniğini Batılılar çok sonraları keşfetmiş ve “çimento” üretmeye başlamıştır.
HORASAN HARCI
Günümüzde 50-60 yılda belleri bükülen betonarme yapılar binlerce yıllık yapılarla karşılaştırıldıklarında, bu görkemli tarihi yapıların, bunca yıl boyunca nasıl ayakta kalabildikleri sorusu akla geliyor. Henüz çimento yokken yapılmış binaların omurgalarını oluşturan yapıtaşları nasıl birarada tutuluyordu? Yüzyılları kapsayan bu soruya verilebilecek yanıtların en inandırıcı olanı, bilindik adıyla, “Horasan harcı” oluyor. İnsanlık, Asya coğrafyasında “Horasan harcı” olarak anılan yapı malzemesinin özelliklerini binlerce yıldan beri biliyor ve görkemli yapıların inşasında başarıyla kullanabiliyorlardı.
Kırıldıktan sonra öğütülüp toz haline getirilen kiremit, tuğla, çömlek vb. pişmiş killere ‘Horasan’ denir. Bağlayıcı ve taşıyıcı özelliğe sahip “Horasan harcı”, ağırlıkça yaklaşık 1 ölçü kireç 3 ölçü tuğla kırığı/tozu karıştırılarak, “Horasan sıvası” ise ağırlıkça yüzde 50’nin üzerinde kireç kullanılarak hazırlanırdı. Sıvada, harçtan farklı olarak, ince taneli agregalar kullanılırdı. Dayanıklılığı yüksek olan bu harç, çimento bulunana kadar, Türkistan coğrafyasında Hun kentlerini çevreleyen beyaz surların, Mezopotamya’da köprü, kemer, kubbe ve zigguratların, Mısır’da piramitlerin, Batı Roma’da Pantheon’un, Doğu Roma’da Ayasofya’nın, İslam ülkelerinde camilerin ve türbelerin yapımında yüzyıllar boyunca başarıyla kullanılmıştır.
İTALYA’DA ETRÜSK DÖNEMİ BİN YILLIK BİR SÜREÇTİR
Romalılardan kalma su kemerleri, taşköprüler, tapınaklar ve Pantheon gibi görkemli yapılar örnek gösterilerek, kemer ve kubbe mimarisinin Romalılarla başladığı savunulur. Fakat arkeolojik bulgular, kemer ve kubbe mimarisini ilk uygulayanların Sumerler olduğunu göstermiştir. Roma mimarisi kubbeyi Mısır’dan değil, Etrüskler aracılığı ile Sumerlerden almıştır. Etrüsklerin saygın ölüleri için Etrurya’da yaptıkları Pantheon planlı kümbetler bugün hala ayaktadır. “Yazıları okunamadı, dilleri çözülemedi” gerekçesiyle gözardı edilen Etrüsklerin Roma uygarlığını, dolayısıyla Batı uygarlığını ne ölçüde etkiledikleri henüz tam olarak aydınlatılamamıştır.
Latin Roma İmparatorluğu’nun, ana hatlarıyla, Turkon kültür birikiminin bir devamı olduğu kabul edilse de, “kaynak yetersizlği” gibi gerekçelerle bu gerçek gözardı edilmeye çalışılır. Kendilerine Turkon/Turhan ya da Rasena diyen Etrüskler, tarih öncesi dönemlerden başlayarak, değişik tarihlerde Batı Anadolu’dan ve Balkanlardan yola çıkarak, deniz ve karayoluyla İtalya’ya gelen ve burada Batı uygarlığına temel oluşturacak özgün bir uygarlık yaratan “gizemli” halk olarak tanımlanıyor.
İtalya’da Etrüsk dönemi, Truva Savaşı’ndan sonra M.Ö. XIII. Yüzyıl’da başlamış, Romalılar’ın son Etrüsk kenti olan Volsini’yi yıkmalarına kadar (M.Ö.264) devam eden bin yıllık süreçtir.
. İtalyan arkeolog, mimar ve gravür sanatçısı Giovanni Batista Piranesi (1720-1778),1761’de yayınladığı eserinde, “Roma uygarlığı, sanatı ve mimarisi bütünüyle Yunan uygarlığından türememiştir; az miktarda Yunan etkileri görülmekle birlikte, temelinde öncelikle Etrüsk’e, daha öteye gidildiğinde ise Arkaik Mısır’a dayanmaktadır” diyordu.
Avrupa uygarlığını büyük ölçüde etkilediği saptanan Etrüsk uygarlığı, önce Roma emperyalizmi sonra da Hıristiyanlık etkisiyle tarih sahnesinden silindi. Fakat arkeolojik çalışmaların gelişmesi sonucunda elde edilen buluntular, Etrüsk uygarlığını yeniden tarih sahnesine çıkardı.
İMPARATOR CLADİUS YAZDIĞI 25 CİLTLİK “TURRHENİKA”DA ETRÜSK TARİH VE KÜLTÜRÜNÜ ANLATIYORDU
Roma İmparatorluğu döneminde Etrüsklerle ilgili en kapsamlı araştırmayı İmparator Claudius yapmış, 25 ciltlik “Turrhenika”yı yazmıştı. Etrüsk kültürünün ve dilinin canlı olduğu bir dönemde yazılmış olmasından dolayı çok önemli olan bu eser maalesef “kayıptır”. Claudius’a göre, Bazı Roma imparatorları gibi, VI. Roma İmparatoru ErviusTillius da Etrüsk kökenlidir.
Etrüsklerin Roma, dolayısıyla Batı uygarlığını ne yönde etkilediği, Etrüsk-Türk bağlarını anlayabilmek, okunamıyor denilen Etrüsk yazının nasıl deşifre edildiğini görebilmek açısından, Prof. Dr. FirudinAğasıoğlu’nun“Etrüsk-Türk Bağları”, Adile Ayda’nın“Etrüskler Türk mü İdi?”, Kazım Mirşan’ın“Etrüskler” kitaplarını okumak gerekir.
FirudinAğasıoğlu, Etrüsklerin kökenini de irdelediği “Etrüsk-Türk Bağı” adlı kitabında, Etrüsk yazısının önemli bir belgesi olarak gösterdiği LimniYazıtı’nın okunuşunu açıklarken, bu yazıtın Etrüsk ve Göktürk alfabelerinin arasında olan bir alfabe ile yazılmış olduğuna dikkat çekmektedir. Batılı dilbilimcilerin noktalama işaretlerini de harf olarak okumalarından dolayı yazılanları çözemediklerini anlatan Ağasıoğlu, “Etrüsklerden Latinlere geçen ‘Kay’ (cae) ünvanı eski etnososyal Türk geleneği ile ilgiliydi. Roma Kay sülalesinin ve Roma İmparatoru QayYuli Sezar’ın kendini Truvalı Eney soyundan sayması, Türk-Etrüsk bağı bakımından önemli bir tarihi belgedir” demektedir.
Ağasıoğlu şöyle devam ediyor; “251yılında imparator olmuş iki kardeşten birinin Etrüsk, diğerinin Kayı soyadı ile tarihteki yerlerini almaları ilginçtir. Halbukiherikisi de Roma İmparatoru Decius’un çocuklarıydı: 1) ImperatorCaesarQuintusHerenniusEtruscusMessiusDeciusAugustus, 2) ImpeatorCaesarCaius Valens HostilianMessiusQuintusAugustus”
Vatikan Müzesi’nde Kayı (IYI) boyu tamgalı kül kabının orada olmasının nedeni anlaşılıyor mu?
Pantheon’dan önce Avrupa coğrafyasında kubbeli yapı bulunmadığı saptandığına göre, “Pantheon, Roma’nın orta yerinde betondan yapılmış bir Türk çadırıdır” demek, tarihi bir gerçeği oraya koymak olmuyor mu?
Pethaon Avrupa coğrafyasınınen eski kubbeli yapısıdır. 43.3 metre çaplı kubbesinin orta yerinde, Türk çadırlarında olduğu gibi, 2.7 metre çaplı “oculus” denen bir delik bulunmaktadır. Türk çadır kültüründe bu boşluğa şanırak, tütenek denilir.
Şaman çadırlarında, kubbedeki bu dairesel boşluğa “Kapa” denilirdi. Şaman rahibi kam dinsel törenler sırasında Tengri’ye ulaşmak için çadırın direğine tırmanarak, kubbedeki kapıdan yukarıya çıkardı.